Sinan Baykent
Kovid-19 salgını, küresel tedarik zincirinin kırılması, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı saldırısı, yüksek enflasyon ve uluslararası bankacılık sisteminden tüten belirsizlik dumanları derken Avrupa’da ciddi toplumsal sorunlar tetiklendi. Dünyanın halen başta gelen “refah kıtası” Avrupa’da tecrübe edilen yapısal sıkışmışlığın en somut tezahürleri, bir süredir özellikle Birleşik Krallık ile Fransa’da kaydediliyor. Yasa dışı göç başlığında muhtelif imtihanlardan geçen Birleşik Krallık ile Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron öncülüğündeki emeklilik reformunun sert dalgalarını sokağa taşıyan Fransa, şu sıralar yaşlı kıtanın bir nevi “kriz üsleri” konumunda.
Birleşik Krallık hükümetleri Brexit sonrası şekillenen “yeni-eskiye adaptasyon” safhasında patlak veren yalpalamaların hıncını göçmen veya yerleşik Arnavutlara ve dahi bütün Arnavut ulusuna yönlendirirken, Fransa’da iktidar “sarı yelekliler” eylemlerinden beri süregelen sistem karşıtı sosyal muhalefete karşı oldukça katı polisiye tedbirlerle mukabele ediyor. İlk bakışta birbirinden kopuk veya ayrı gibi gözükse de aslında bu iki durumu ve vakıayı birbirine bağlayan çok fazla faktör var.
Avrupa’da liberal demokrasinin yozlaşması
Avrupa’nın demokratik işleyişi içeriden ciddi manada tenkit ediliyor ve baskı altına alınıyor. Bunun en önemli sebeplerinden biri kanımca “liberal demokrasi” tahayyülünün ve dahi klasik siyasal liberalizmin – şeklen yerinde dursa da – muhteviyat ve fiiliyat noktalarında büyük arızalar göstermeye başlaması. Buna eş zamanlı olarak hem “liberal yozlaşma” hem de “liberalizmin yozlaştırılması” denilebilir. “Liberal yozlaşma”, liberal-demokratik yönetime ve genel liberal düşünceye nispet eden kişi ve kurumların yozlaşması iken, “liberalizmin yozlaşması” hadisesi ilk kategoride yer alanların dolaylı ve doğrudan aksiyonları neticesinde oluşan kavramsal tahribattır. Gerçekten de bugün liberal demokrasi salt bir iddia ve bir paravan gibidir. İlki bir “ahlaki meşruiyet ve üstünlük” zeminini inşa aracı, ikincisi ise hakiki metot ve maksat çiftini örtmeye matuf bir perdedir.
Sahi bugün “liberal” karakterini bir yana bırakalım, “demokrasi” namına ne kaldı geriye? Temsil kabiliyeti ve temsil kapasitesi anlamında ne kaldı mesela? Veya karar alma mekanizmalarının şeffaflığından ne kaldı? Bireysel ve kolektif otonom manevra alanlarından geriye ne kaldı? Sırf Avrupa’da da değil, dünyanın kahir ekseriyetinde son on yıllar içinde “aşağıdaki”lerin, savunmasızların ve suskunların gerçekliğinden tüyler ürpertici derecede uzak bir “teknokratlar oligarşisi” tesis edildi. Başka bir deyişle ekonomik liberalizmin ulaştığı çürüme boyutu, siyasal liberalizmi de tüm değerleri, davranış kodları, velhasıl varoluş genetiğiyle yuttu ve öğüttü.
Bu soğuk eko-politik ve dahası kültürel “kast”, küresel düzlemdeki cereyanların bir ürünü fakat aynı zamanda da bizzat tetikleyicisi kıvamında. Dolayısıyla güçlü bir “kısır döngü”den bahsetmek mümkün. Hal böyle olunca, mutlakiyete karşı bir tepki mahiyetinde zuhur eden ekonomik ve siyasal liberalizmin kendi felsefesine, hatta dogmalarına uygulanan amansız bir yıkımdan bile dem vurulabilir. Zira bugün liberal argümanın ardına sığınıp, hatta zaman zaman popülizme başvurup ama gerçekte kendi çetrefilli tahakküm ağlarını öncelemekten başka hiçbir gündemi olmayan bir “yönetim zümresi” peydahlanmış vaziyettedir.
Birleşik Krallık ve göçmen karşıtlığı
Bu öyle bir seviyeye tırmandı ki, en anti-liberal karakterde kişi ve gruplar dahi klasik siyasal liberalizmin bireysel özgürlük şiarına sımsıkı tutunur hale geldi. Mutlakiyete reaksiyon anlamına gelen kök liberal dürtü, uğratıldığı mutasyon ve yozlaşma akabinde bir neo-mutlakiyete evrilme noktasına gelerek belki de bu noktayı da aştı. Birleşik Krallık’ta Rishi Sunak hükümetinin İçişleri Bakanı Suella Braverman’ın Kasım 2022’de ülkeye kaçak yollarla giriş yapanların etnik aidiyet profillemesini yapmak suretiyle ülkenin bir “Arnavut işgali” tehlikesiyle karşılaştığını belirtmesi bu bağlamda manidardır.
Bir yandan halkın referandumla onay verdiği Brexit kararının bilinçaltındaki hazımsızlığı ve devam eden şaşkınlığıyla istikrarsız göstergeleri kontrol altına alamamanın yüklediği suçluluk duygusu, diğer yandan bu duyguyu örtbas etmeye yönelik kamusal alanda körüklenen Arnavut nefreti ve Arnavutların günah keçisi ilan edilmesi, yukarıda tasvirini yapmaya çalıştığım kısır döngünün müthiş bir pratik örneğidir.
Braverman’ın söz konusu söylemini takiben onlarca gazete, televizyon kanalı ve sosyal medya hesabı tabiri caizse “Arnavut avı”na çıktı. Yıllardır ülkede yaşayan, vatandaşlık almış, çalışıp vergisini veren Arnavut kökenliler dahi kışkırtmayla hedef alındı, karalandı ve dışlandı. Öyle ki, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama bir açıklama yaparak Birleşik Krallık yetkililerinin suçlarla ve yasa dışı göçle mücadelede kendi beceriksizlikleriyle yüzleşmek yerine masumları ve bütün bir halkı nefret nesnesine dönüştürmelerini kınadı. Nitekim Rama, geçtiğimiz günlerde Londra’ya yaptığı resmi ziyarette bu görüşünü tekrarladı.
Esas sorun Braverman’ın da tıpkı Sunak gibi Brexit’i ilk anda savunmasından kaynaklanmıyor. Sorun, ekonomik liberalizmin yönetsel akıl ve kudretinin sekteye uğraması veya iflas etmesi ve bu apaçık manzaranın “hasıraltı” edilme gereksinimidir. Tam bu noktada “Arnavut kartı” tüm ihtişamı ve işlevselliğiyle devreye giriyor. Kısaca bu durumu, gün geçtikçe şiddetlenen “ekmek kavgası”nın şovenizm yordamıyla manipüle edilmesi, asıl sorumluların ise adeta “buharlaştırılması” işlemi olarak yorumlayabiliriz.
Ekmeğini yozlaşmış, azgınlaşmış, tekelleşmiş, kapitalistleşmiş, mutlaklaşmış ekonomik liberalizmin ve onun doğurduğu ve beslediği gözcü teknokratlar oligarşisinin değil de Arnavut’un çaldığına inandırılan İngiliz birey veya kitle “özgür” olmadığının farkına varabilir mi hiç? Ancak Brexit’i savunan Sunak-Braverman ikilisine itimatta belki bir nebze “teselli” bulabilir.
Fransa’da protestolar
Fransa’da da meselenin iç yüzü farklı değil. Bugün Macron iktidarının öngördüğü, emeklilik yaşının 62’den 64’e çekilmesine yönelik emeklilik reformuna karşı sokakları kasıp kavuranların çoğu son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda, Marine Le Pen’in şahsında yeni bir “kahverengi taarruz” yaşanmasın diye oyunu Macron lehinde kullandı. Seçimin hemen ertesinde Macron kendilerine “Hep beraber yöneteceğiz.” sözünü verdi.
Her ne kadar Macron’un aldığı bu risk, kendisinden önce İtalya’da Mario Draghi’nin eline yüzüne bulaştırdığı ve şimdiki Başbakan Giorgia Meloni’ye iktidarın kapılarını açan reforma benzese de neticeye bakmak gerekiyor. Ulusal-muhafazakar Meloni’nin iktidara gelmesinin öze dokunan bir değişiklikler silsilesi getirdiğini veya getireceğini sanmıyorum. Fransa’da, olur ya bir gün Macron’un yerine Marine Le Pen gelirse bir değişimin ortaya çıkabileceğini de sanmıyorum. Tıpkı İngiliz’in Brexit’i savunan Sunak ve Braverman’da “teselli” araması gibi, tıpkı İtalyan’ın “soldurulan ulusal onuru tekrardan yeşerteceğini vaadeden” Meloni-Salvini ikilisiyle avunması gibi, Fransız da pekala Marine Le Pen’e bir “gönüllü aldanış”ta bulunabilir.
Ne var ki bu adımların bir pansuman değeri dahi hasıl değildir.
Avrupa vitrinindeki derme çatma liberal demokrasinin bir müddet sonra halkı tatmin etmemesi, hem de tüm yeni süslemelere ve düzenlemelere rağmen etmemesi, çok olası. Çelişkiler arttıkça artıyor, yoğunlaşıyor ve derinleşiyor. Öyle ki, orijinal liberalizm bile mevcut “gösteriş liberalizmi” ile mukayese edildiğinde neredeyse bir kurtuluş reçetesi addedilebilir mertebeye yükseliyor!
Özetle, Avrupa bugün dünyada hala “kapital” üreten sayılı havzadan biri olarak, ekonomik liberalizmdeki yozlaşmanın siyasal alanı iliklerine kadar kuşatmasının basıncıyla yüzleşiyor. Bu kimi zaman “hedef şaşırtma” teşebbüsleriyle kimi zaman da düzen içi önlemlerle giderilmeye çalışılsa da sıradan insanların karın tokluğu ve geçim davası sürekli büyüyor. Ve öyle görünüyor ki, bu düzen geldiği gibi gittikçe büyümeye devam edecek. Mesele daha ziyade bu “dava”nın her krizle güncellenen kapitalist restorasyon ideasına ve onun muhtelif reformizmlerine rıza gösterip gösterilmeyeceğinde düğümleniyor. AA