Oğuzhan Akgün (Orta Doğu Teknik Üniversitesi)
Suudi Arabistan’ın son 30 yılı rejim güvenliği açısından en büyük çalkantılarının yaralarını sarmakla geçti. Irak’ın Kuveyt’i işgali akabinde Suudi Arabistan’ın rejim güvenliğinin sağlanması için Batı askeri gücünü “kutsal” topraklara davet etmesi, Suud ailesine karşı geri dönüşü olmayacak bir birikmiş eleştiri sürecinin açığa çıkmasına yol açtı. 1990’ların ikinci yarısı, toplumun farklı kesimleri tarafından bazen organize bazen de tekil şekilde gelişen istekler, yönetimin toplumdan gelen eleştirilere karşı ilk ciddi sınavını vermesiyle geçti. 2000’li yıllar da ülke içerisinde güvenlik endişeleriyle geçti. 9 Eylül sonrası radikal grupların Suudi Arabistan içerisindeki bombalı saldırıları, ulusal diyalog toplantıları, Suudi ailesine dair iletilen dilekçeler, ilk seçim denemeleri ve Kral Abdullah yönetimi altında gerçekleştirilmeye çalışılan petrole bağımlılıktan kurtulma ve ekonomik çeşitlendirme girişimlerinin ilk nüveleri 21. Yüzyılın ilk on yılını Suudi Arabistan için tanımlayan temel konuların başında geldi.
Irak’ın Kuveyt’i işgal girişimi ile başlayan çalkantılara Suudi rejiminin verdiği tepkiler zaman zaman farklılıklar göstermekle birlikte temel olarak siyasal sisteme karşı eleştirileri kırmızı çizgi olarak belirleyip uygulamak olmuştur. Siyasal rejim değişiklik talebi harici toplumsal ve ekonomik meselelere karşı kimi zaman daha ılımlı kimi zaman da sert tepkiler arasında değişen tepkiler vermiştir. Fakat, tüm bu süreçte rejimin almış olduğu kararları ve uygulamış olduğu stratejileri bir reaksiyon olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Bunun yerine, rejimin farklı araçlar ve biçimlerde rıza üretme ve kendi gücünü konsolide etme noktasında, krizlerin önemli roller oynadığını da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Güvenlik endişelerinden fırsat çıkarmanın yanında, rejimin kurumsal katılaşmış yapısından kaynaklı hem iç hem de dış etkenlerden kaynaklanan değişim ihtiyacının doğrultusunda yeterince esneklik gösterememesi durumunda da bu tarz güvenlik endişelerinin ve krizlerin önemli fırsatlar sunduğu da görülmektedir.
“Arap Baharı” Sonrası Artan Güvenlik Endişeleri
2011 sonrası tüm Orta Doğu’da toplumları ve rejimleri en çok ilgilendiren konu olarak Tunus’ta başlayıp Mısır’a ve Libya’ya sıçrayıp askeri rejimlerin sonunu getiren halk hareketleri ve gösterilen “demokrasi” ve “halk yönetimi” şeklinde lanse edilmesi Körfez ülkelerinde kendilerine yönelmiş en önemli tehdit algılaması şeklinde yankılanıyordu. Körfez ülkelerini bu yönlü yoğun tehdit algılamalarına ve bu algılamalar karşısında aksiyon almaya iten ana aktör ise “siyasal İslam”’ın bölge çapında hızla ivme kazanması olmuştur. Özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri hem kendi içlerinde hem de bölge çapında aktif bir şekilde başta Müslüman Kardeşler olmak üzere demokratik yönetim talep eden “siyasal İslam” savunucularına karşı yoğun operasyonlara ve işbirliklerini girişmiştir. 2014 sonrası bu girişimlerin etkilerinin ve yoğunluklarının arttığı bir dönem olmuştur.
Uzun vadede Müslüman Kardeşler’in farklı ülkelerde yükselmesini büyük bir tehlike olarak hisseden Körfez ülkeleri Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da ve Sudan’da karşı hamlelere girişmiş ve bölgesel çapta etkinlikleri hızla artmıştır. Bu politikalar Körfez ülkeleri arasında ilk çatlağı da ortaya çıkarmıştır. 2014’ yılında Körfez’in diğer ülkeler tarafından Katar’a girişilen ilk ambargo denemesini 2018 yılında ikincisi izlerken tüm bu ambargolar yukarıda bahsedilen güvenlik mimarisi stratejisi çerçevesinde gerçekleşmiştir.
Uluslararası ve Bölgesel Ekonomik Rekabetin Kızışması
Yukarıda bahsettiğimiz Körfez ülkelerinin ve özellikle Suudi Arabistan’ın bölge çapında etkinliğinin artmasını sadece rejimin güvenlik endişesine karşı giriştiği bir önlem olarak görmek tüm bu süreci anlamak açısından eksik kalacaktır. Petrol ve doğal gaz gelirleri üzerinden yoğun bir sermaye hacmine sahip olan Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan için Orta Doğu bölgesi sermaye birikim süreçlerinin derinleştirilmesi için önemli görülmektedir.
1980 sonrası dünya çapında yaygınlaşan neoliberal ekonomi politikalarından Orta Doğu bölgesinde faydalı çıkan yatırım yapabilecek sermayeye sahip olan Körfez ülkeleri çıkmıştır. Bu noktada, özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bölgede enerji, telekomünikasyon ve inşaat yatırımları yapmıştır. Arap Baharı sonrası süreçte yaşanan krizler ve çalkantılar sermaye birikim süreçlerinin derinleştirilip genişletilmesi anlamında da Suudi Arabistan yönetimi için önem arz etmektedir. Bu bağlamda, halihazırdaki sermaye yatırımlarının güvenliğinin sağlanması ve yeni yatırım ve sermaye birikim süreçlerinin fırsatlarının kollanması açısından Suudi Arabistan’ın bölge ile kurduğu ilişkiler ulusal güvenlik stratejisinin bir parçası haline gelmiştir.
Aynı zamanda, küresel ölçekte rekabetin artması ve doğal kaynaklara olan bağımlılığın orta ve uzun vadede oluşturacağı sorunlar öngörülürken Suudi Arabistan’ın kendisini küresel ölçekte sadece petrol ihraç eden bir ülke olma sıfatı üzerinden konumlandırmasının anlamlı ve güçlü bir strateji olması her geçen gün güç kaybedecektir. İşte tam da halihazırda hissedilen ve yakın gelecekte artarak hissedilmeye başlanacak olan bu krizle nasıl başa çıkılacağı ise krizin fırsata çevrilmesi konusunda açık örnekler sunacak gibi gözükmektedir.
Bir Fırsat Olarak Kriz
Tüm bu bölgesel ve küresel jeopolitik ve jeoekonomik gelişmelerin ve bu gelişmelerin ortaya çıkardığı krizlerin aşılabilme çabası Suudi Arabistan’ın kendi iç siyaset-toplum ilişkiler ağında on yıllardır artan bir şekilde etki eden bir takım zorlukların da eklenmesiyle daha da karmaşık hale gelmiştir. Ulusal ölçekte gençlerin işsizlik oranlarının her geçen gün artması ve kültürel alanda daha özgür bir toplumsal yapı talebinde olmaları tüm bu süreci kızıştıran aşılması zor bir ilişkiler ağını gözler önüne sermektedir: Bunun temel nedeni ise onyıllara varan kamu harcamalarının ve kamu işe alımlarının artık Suudi bütçesi için üstesinden kalkılamayacak bir hale gelmesidir.
Küresel, bölgesel ve ulusal ölçekte karşı karşıya kalınan sorunların, Suudi Arabistan’da ilk defa yönetimin ikinci jenerasyona geçiş sancılarına denk gelmesi krizi derinleştirirken aynı zamanda rejim için bir fırsat olarak belirmesi söz konusu olmuştur. Şimdiye kadar kendisini Muhammed bin Salman’ın şahsında gösteren tüm değişim ve daha geniş çaplı olarak “Vizyon 2030” stratejinde ismini bulan dönüşüm çabalarının Suudi toplumunda, ekonomisinde ve siyasal konfigürasyonunda değişiklikler oluşturduğu ve daha da oluşturacağı ortadadır. Siyasal olarak tüm yönetim sürecinin bir tek kişide toplanmasının şimdiye kadar ki gözle görülür ilerleyişi Kral Salman’ın oğlunu desteklemesi ve Muhammed bin Salman’ın stratejik başarısının yanında yukarıda bahsedilen gelişmeler ve eğilimlerin de uygun zemini hazırladıkları da değerlendirilmelidir.