Doç. Dr. Ayfer GENÇ YILMAZ (İstanbul Ticaret Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler)
İnsanın gelişimi ve ilerleyen endüstriyel üretim, doğal hayatın ve çevrenin aleyhine gerçekleşmiştir. Son dönemde, insan eliyle doğal hayata verilen zararın kaçınılmaz bir evresine ulaşmış bulunmaktayız. İklim krizi olarak da ifade edilen iklim değişikliğinin doğal ve toplumsal hayata yönelik etkileri her geçen gün daha fazla hissedilir olmaktadır. Bu durum iklim değişikliğini devletlere ve insanlara yönelik etkileri bakımından yeni bir güvenlik tehdidi haline getirmektedir, Bu aşamada, güvenlik alanında son dönemin en önemli meselelerinden birinin iklim değişikliği olduğu söylenebilir. Özellikle, 2007 yılında BM’nin iklim değişikliği ve güvenlik arasındaki ilişkiyi vurgulamasını takip eden süreçte gerek uluslararası örgütler gerekse ulus-devletler nezdinde bu ilişki daha sık ve önemle sorgulanmıştır. İklim ve güvenlik arasındaki ilişkinin doğrudan veya organik bir ilişki olarak kabul edilip edilemeyeceği hususunda tartışmalar devam etse de, uluslararası toplum iklim değişikliğinin bir tehdit çoğaltıcı (threat multiplier) olarak nitelendirilmesinin gerekliliği hususunda bir uzlaşıya varılmıştır. Diğer bir deyişle, iklim değişikliği doğrudan bir güvenlik sorunu olarak tanımlanamasa da, hali hazırda var olan güvenlik meselelerini -ve çatışmayı- çoğaltma ya da etkilerini derinleştirme kapasitesine sahiptir.
İklim değişikliği çatışmayı arttırmaya yönelik tehdit çoğaltıcı etkisi dışında, aynı zamanda, terörizme yönelik etkileri bakımından da tartışılmaktadır. İklim değişikliğinin, terörizme yönelik etkileri tek yönlü değildir. Bilakis, bu ilişkinin çok yönlü bir niteliğe sahip olduğu söylenebilir. İlk aşamada, iklim değişikliği kaynaklı kuraklık gibi sorunlar su kaynaklarının önemini arttırmaktadır. Kuraklığın hissedildiği ülkelerde suya erişim bir “mesele” haline gelmektedir. Suyun bir kaynak olarak az bulunması, onu, söz konusu teritoryal alanda faaliyet yürütmekte olan terörist gruplar için bir iktidar alanı haline getirebilmektedir. Suya erişimi olan terörist örgütlenmeler bunu bir ayrıcalık olarak kullanmaktadır. Terörist gruplarca suya erişimin bir strateji haline getirildiği böylesi bir bağlamda su kaynaklarına suya muhtaç olan yoksul kesimlerin ancak terörist militan olmak kaydıyla erişimleri sağlanmaktadır. Öte yandan, kısıtlı olan su kaynaklarını tedarik edici tek aktör haline geldikleri ölçüde terörist gruplar, halk nezdinde meşruiyet de elde edebilmektedirler. Su kaynaklarının kısıtlı olduğu Ortadoğu bölgesinde, IŞID (Islamic State of Iraq and Syria, ISIS) su kaynaklarını manipülatif amaçlarla kullanan terörist örgütlenmelerin arasında yer almaktadır.
İkinci aşamada, iklim değişikliğinin terörizm ve çatışmaya yönelik yukarıda bahsedilen etkileri dışında farklı bir türden etkide de bulunması da beklenmektedir. Buna göre, iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı çevresel sorunlar ve hayvanlara yönelik giderek artan zarar, bu konulara duyarlı olan aktivistlerin eylemlerini daha radikal ve şiddet içerikli hale getirmektedir. Araştırmalar, son dönemde aşırıcı olarak nitelendirilen örgütlenmelerin daha fazla şiddet içeren bir eylem repertuarına yöneldiklerini belirtirken, aynı zamanda, bu örgütlerin eskiye kıyasla çok daha fazla çevresel kaygılar taşıdıklarını göstermektedir. İklim değişikliğinin temel belirleyen olduğu bu yeni bağlamda, ekolojik terörizm tartışmasının ilerleyen dönemde güvenlik çalışmaları nezdinde daha fazla tartışılır hale geleceği söylenebilir.
Çevresel ve hayvan hakları örgütlenmeleri henüz 1970’li yıllarda ortaya çıkmaya başlamış ve o dönemden bu zamana değin çeşitli isim ve stratejik değişikliklerle de olsa varlıklarını ve eylemlerini sürdürmüşlerdir. Hayvan Kurtuluş Örgütü (Animal Liberation Front, ALF) ve Dünya Kurtuluş Örgütü (Earth Liberation Front, ELF) çevresel ve hayvan hakları örgütlenmelerinin en önemlileri arasındadır. İki grup birçok alanda ortak faaliyet de yürütmektedir. ABD ve Birleşik Krallık gibi gelişmiş ülkelerde faaliyet yürüten bu gruplar, çevrenin ve hayvanların korunması adına mülkiyete yönelik zarar içeren eylemler gerçekleştirmektedir. İlaç şirketlerinin hayvanları denek olarak kullandığı araştırma laboratuvarlarına yönelik sabotaj eylemleri bu grupların sıkça başvurduğu doğal yaşamı korumak adına gerçekleştirilen kapitalizm karşıtı eylemlerdendir.[1]
Çevrenin ve hayvanların korunması adına faaliyet gösteren ve eylemlerde bulunan örgütlenmelerin eko-terörist olarak nitelendirilmesi 11 Eylül 2001 saldırıları ertesinde terörizme yönelik sertleşen politikaların ve terörizme yönelik açılan savaşın da bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ekolojik terörizm bağlamında ABD’de 2001 yılında FBI’ın hazırladığı rapor konuyu kamusal alanda da tartışılır hale getirmiştir. Buna göre eko-terörizm, ekoloji ve terörizm kavramlarının birleşiminden oluşan ve genel olarak çevreyi ve hayvan haklarını korumaya yönelik olarak eylemde bulunan örgütlenmelerin şiddet içeren ve siyasal/ideolojik saiklerle yürütülen faaliyetlerini ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır. Söz konusu grupların eylemleri masum kurbanlara veya mülkiyete yönelik olarak şiddet kullanımı ekseninde tanımlanmıştır. Bu aşamada, ALF ve ELF örgütlerinin kundaklama başta olmak üzere eylemleri aracılığıyla genel olarak mülkiyete yönelik vermeyi planladıkları zararlar onların eko-terörist örgütlenme olarak nitelendirilmesi sonucunu doğurmuştur. FBI yetkilileri çevresel ve hayvan hakları örgütlenmelerinin mülkiyete yönelik zarar verdikleri gerekçesiyle terörist eylemde bulunduklarını ve bu açıdan ABD için yakın dönemde yerel düzeyde önemli bir terörist tehdit oluşturdukları yönünde görüş bildirmiştir. Resmi güvenlik raporlarında eko-terörizm, “yerel terörizm” kategorisi altında değerlendirilmekte ve ABD’ye yönelik en büyük tehditlerden biri olarak kabul edilmektedir.
Son dönemde, iklim değişikliğinin insan hayatına yönelik etkilerini giderek arttırması neticesinde, özellikle gelişmiş ülkelerde radikal çevresel ve hayvan hakları örgütlenmelerinin eylemlerinin sayıca artacağı ve içerik olarak daha radikal hale geleceği tahmin edilmektedir. Miller[2] gelecek milenyumun en önemli tehditlerinden biri olarak eko-terörizmi sayarken, benzer şekilde, da Silva[3] ve Liddick[4] de eko-terörizmin terörizmin tarihi açısından yeni bir dalga olarak ortaya çıkabileceği hususunda uyarıda bulunmaktadır.
Son olarak, radikal çevresel ve hayvan hakları örgütlenmelerinin aslen gelişmiş endüstriyel ülkeler bağlamında ortaya çıktığı not edilmelidir. Bu ülkelerde, faaliyet göstermekte olan aşırıcı radikal örgütlenmelerin eylemlerinin engellenmesi için ortaya konan yasaklar ve kısıtlamalar sorunu daha da radikal hale getirme potansiyeline de sahiptir. ELF ve ALF gibi grupların 1980’li yıllardan bu zamana değin gerçekleştirdikleri eylemlerinde insana zarar veren bir tek faaliyetin dahi bulunmaması[5] demokrasi ve insan haklarından yana kesimlerin “eko-terörizm” kavramından rahatsızlık duymalarına neden olmaktadır. Dolayısıyla, eko-terörizm tartışmasının ve bu başlık altına yerleştirilen örgütlenmelerin, ilerleyen dönemde Batı’nın gelişmiş demokrasilerinde sadece güvenlik alanında değil, özgürlükler, demokrasi ve insan hakları alanında da ciddi tartışma alanlarından biri haline gelmesi muhtemel görünmektedir.
[1] Ayfer Genç Yılmaz (2022). Eko-terörizm Kavramı Üzerine Bir Tartışma: Yeryüz Kurtuluş Cephesi ve Hayvan Kurtuluş Cephesi’nin Analizi, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi 10(2): 292-311.
[2] Joseph A. Miller (2000). Eco-terrorism and eco-extremism against agriculture. Spiral bound: self-published. Erişim tarihi 3 Mart 2021.
[3] Joao Raphael da Silva (2020). “The Eco-Terrorist Wave,”Behavioral Sciences of Terrorism and Human Aggression 12(3): 203-216.
[4] Don Liddick (2006). Eco-Terrorism: Radical Environmental and Animal Liberation Movements, California: Greenwood Publishing Group, 1-21.
[5] Paola Andrea Spadora (2020). Climate Change, Environmental Terrorism, Eco-Terrorism and Emerging Threats, Journal of Strategic Security 13(4): 55-80