Kültür savaşı kavramının ortaya çıkışı Almancadaki “Kulturkampf” ifadesinin kullanılmaya başlamasıyladır. Bu ifade “kültür mücadelesi” ya da daha geniş olarak “kültürün kontrol edilmesi için yapılan mücadele” anlamına gelmektedir. 1870’lerde Almanya’da Şansölye Otto von Bismarck Katolik Kilisesi’ne karşı bir “Kulturkampf” başlatarak Cizvit tarikatı üyelerini ülkeden sürmüş ve Kilise’nin özellikle eğitim ve siyaset üzerindeki etkilerini kısıtlayacak kanunlar çıkarmıştır. Terim günümüzde başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere; “kültürel savaş” ya da “kültür savaşları” olarak tercüme edilerek benzer mücadeleler için kullanılmaya devam etmektedir.
“Kulturkampf”: kültürel müdahale ve direniş
Bismarck’ın Katolik cemaatine ve tarikatlarına karşı başlattığı kültürel mücadele, yeni kurulmuş olan Alman İmparatorluğu sınırları içerisindeki nüfusu belirli bir ortak payda etrafında birleştirmeyi ve bir ulusal kimlik oluşturmayı amaçlayan toplumsal ve siyasî projenin bir parçasıdır.
“Kulturkampf”ın görünürdeki sebebi Papa IX’uncu Pius’un 1864 yılında kaleme aldığı “Syllabus Errorum” adlı metinde öne sürülen düşüncelerdir. Bu metinde Papa, devletin eğitim üzerindeki hâkimiyeti ve dinî otoriteye dayanmayan resmî evlilik uygulaması gibi modern gelişmelerin sapkınlık olduğunu ifade ederek Almanya’daki gibi seküler devlet düzenlemelerine karşı savaş ilan etmiştir. Bismarck, kilisenin bu taarruzuna bir sene sonra Cizvit tarikatı üyelerini ülkeden sürerek karşılık vermiştir. 1873 yılında ise Almanya’da din adamlarının eğitimi ve göreve atanması konusunda devlet denetimini öngören bir kanun yasalaşmıştır. Yasaya karşı çıkan Katolik din adamları hapse mahkûm edilmiştir. Katolik direnişini kırmak amacıyla Bismarck, kilise mülkünün müsaderesini, eğitim ve evlilik kurumları üzerinde devlet denetiminin artırılması, Katolik din adamlarının faaliyetlerinin devlet tarafından düzenlenmesi gibi bir dizi önleme başvurmuştur. Papa yapılan yasal düzenlemeleri reddederek, Katolik vatandaşların devlet tahakkümüne karşı direnmelerini istemiştir.
Almanya deneyiminde “Kulturkampf” için Katoliklik, irrasyoneldir, çağdışıdır ve insanları yozlaşmış bir dinî otoritenin buyruğuna sokmaktadır. Diğer taraftan Katolik kilisesine göre, modern hayatı tahkim eden bütün gelişmeler dinden uzaklaşmanın ve sapkınlığın eseridir. “Kulturkampf”, bu haliyle modernlik yanlıları ile modernlik karşıtlarının çatışması olarak değerlendirilebilir. Bu özellik diğer ülkelerdeki karşılaşmaların da tonunu belirleyecektir.
Amerika’da kültür savaşları
Amerika’daki bilinen en eski “Kulturkampf” mücadelesi ise 1925 yılındaki meşhur Scopes “maymun davası” sırasında ortaya çıkan geleneksel din ve modern bilim arasındaki çatışmadır. Bu mahkemede John T. Scopes bulunduğu Tennessee eyaletinde çalıştığı okulda fen derslerinde Darwin’in evrim teorisini anlattığı için mahkemeye verilmiş ve o dönemde Tennessee’de bu teorinin okullarda öğretilmesi yasak olduğundan suçlu bulunmuştur. Kararı Eyalet Yüksek Mahkemesi usulden bozmuştu. Eyalet Yüksek Mahkemesinin modern bilim taraftarı modernistler açısından önemli bir zafer olarak algılanmıştır. Zira Amerika’da ilk defa İncil’in literal öğretileri bir mahkeme salonunda sorgulanabilmiştir. Daha sonraları da karşılıklı saygı ve hoşgörüyü savunan liberal ideolojiler vatandaşlık, ırk ayırımına karşı düzenlemeler ve kadın hakları konularında çeşitli zaferler kazanmışlardır.
Amerika’da “kültür savaşları” kavramı, James Davison Hunter’ın bu adı taşıyan kitabı dolayısıyla gündeme gelmiştir. Hunter, kitabında kültürel çatışmayı farklı ahlakî anlayış sistemleri arasındaki toplumsal ve siyasî düşmanlık olarak tanımlamaktadır. Buna göre kürtaj, eşcinsel hakları, evrim, sanatın finansmanı, çocuk eğitimi, çok kültürlülük gibi konular Amerika’daki kültür savaşlarının cephelerini oluşturmaktadır. Bu savaş; eğitim sistemi, medya, sanat gibi alanlarda gerçekleşmektedir. Hunter, Amerika’daki kültür savaşlarının tarafların, insanüstü bir otoriteyi kabul eden “ortodokslar” ve insanı ölçü olarak alan “ilerlemeciler” arasında olduğunu söylüyor. Hunter’a göre muhafazakâr Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar “ortodokslar”ı teşkil ederken, “ilerlemeciler” seküler hümanizmi ahlakî bir standart olarak benimsemektedir. Dolayısıyla bir zamanlar Katoliklik karşıtı bir kültür savaşının yürütücüsü olan muhafazakâr Protestanlar, bu yeni kültür savaşında muhafazakar Katoliklerle aynı safta yer alabilmektedir.
Amerika’daki kültür savaşları bu anlamda düşünce ve kültür sahasını seküler hümanizmin tekeline bırakan bir mücadeledir.
Kültürel çatışma kuramları
Kültürün bir çatışma alanı olarak düşünülmesi akla Antonio Gramsci’nin 1920’lerde ortaya attığı Marksist devrimin neden geciktiği ya da yavaş ilerlediği sorununa karşılık olarak öne sürdüğü “kültürel hegemonya” teorisini getirmektedir. Gramsci, bu teorisinde kültürel olarak farklı toplumlarda bir sınıf eğer popüler kültür ve kitlesel medyayı kontrol edebilirse işçi sınıfı devriminin gecikeceğini bu sebeple de kapitalist unsurlar medya, eğitim ve diğer popüler araçları kontrol etmede bir kültürel savaş içerisinde olacaklarını iddia eder. Gramsci, bir sınıfın diğeri üzerinde kurduğu hegemonyanın iki çeşit unsurla sağlandığını söyler. Bunlardan ilki devlet gibi baskı unsurlarıdır. Bunun yanı sıra ikinci olarak aile, kilise, sendikalar gibi sivil toplum kurumları da onay yoluyla hegemonya sağlar. Gramsci’ye göre kapitalist toplumlarda hegemonya baskı unsurlarından çok onay unsurları yoluyla sağlanır. Gramsci, kültürel hegemonya kavramsallaştırmasını, İtalya’da işçi sınıfının Mussolini iktidarını kabullenmesi olgusunu açıklamak için kullanır. Buna göre işçi sınıfının yürüteceği mücadele, hegemonya için onay sağlayan kültür alanını da kapsamalıdır.
Kültürel çatışma konusunda güncel tartışmalardan biri de Samuel Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezidir. Huntington, Soğuk Savaş’a kadarki dönemde Batıda yaşanan toplumsal çatışmaların Batı içi çelişkilerden kaynaklandığını söyler. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bu çatışmanın yerini Batı ile Batı dışı toplumlar arasında bir çatışma almaya başlamıştır. Huntington’a göre bu noktadan itibaren temel çatışma eksenini medeniyetler arası fay hatları belirleyecektir. Onu bu sonuca götüren düşünce ise ekonomik ve siyasî ayrımların giderek önemini yitirmesi ancak medeniyet dairelerine aidiyeti ifade eden kimliklerin toplumsal çatışmalarda daha çok ön plana çıkmaya başlamasıdır. Huntington, Batılı evrenselcilik idealinin, kültürel ayrımların keskinleşmesi sebebiyle hüsrana uğradığını söyler. Ona göre Batı’nın ekonomik ve siyasî üstünlüğüne rağmen ve hatta bu durum yüzünden Batı dışı medeniyetlerde Batı karşıtı bir ruh hali egemen hale gelmiştir. Huntington bu ruh halinin İslam ve Çin medeniyetlerini Batı karşıtı bir ittifak oluşturmaya sevk edeceğini iddia eder. Soğuk Savaş sonrası dünyada Batı için en büyük tehdidin bu ittifaktan kaynaklanacağını düşünen Huntington, Batı dünyasının siyasî ve toplumsal çatışmaları “medeniyetler çatışması” paradigması etrafında anlaması ve buna göre önlem alması gerektiğini söyler.