Yusuf KAYA / Akademisyen
2010 yılının sonlarından itibaren Ortadoğu toplumlarını etkisi altına alan ve Arap Baharı olarak adlandırılan, Arap halklarının eşitlik ve özgürlük talepleri doğrultusunda şekillenen süreç sadece Arap halklarının değil tüm dünya tarihinin önemli dönüm noktalarından biri haline gelmiştir. Suriye’deki Baas yönetimi de bu süreçten en uzun ve etkileri günümüze kadar uzanacak şekilde etkilenmiştir. Hafız Esad sonrası iktidarda bulunan Devlet Başkanı oğul Beşar Esad’ın Arap Baharı sonrası iktidarı yeni bir yönetime devredebileceği düşünülmüştü. Ancak yaşanan olaylar ve dış müdahalelerin de etkisiyle ülke içerisindeki çatışmalar ve anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Suriye’deki olaylar iç savaşa evrildi, bölgedeki büyük güçlerin de müdahil olduğu bir sahneye dönüştü.
Süreç içerisinde 10 milyona yakın insan ülkesini terk etmek zorunda kaldı. El-Kaide ve DEAŞ gibi radikal gruplar bölgede güçlendi, hem belli bölgelerde yönetimde söz sahibi oldukları hem de ülke genelinde bir terör ortamının oluştuğu gözlemlendi. Böylesine çözümsüz kalan bir ortamda büyük güçler de Suriye üzerindeki güç savaşına ya direkt ya da dolaylı yoldan müdahil oldu. Rusya Suriye’de fiilen rejime destek verdi. ABD ise DEAŞ ile mücadele adı altında zaman zaman gerçekleştirdiği bombalı saldırı ve örgütün önemli isimlerini etkisizleştirme operasyonlarıyla kendisini gösterdi. Rusya Federasyonu’nun Suriye’ye müdahalesinin böylesine hızlı ve sıkı müttefiklik ilişkileri içerisinde gerçekleşmesi elbette ki geçmişle doğrudan bağlantılıdır.
İdeolojik ve politik ortaklığın giderek büyüdüğü Hafız Esad’lı yıllar, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği – Suriye ilişkilerinin temellerinin sağlam şekilde atılmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla bugün Suriye ile Rusya arasındaki ilişkileri tam anlamıyla anlayabilmek ve kavrayabilmek için Hafız Esad dönemindeki Suriye-SSCB ve SSCB sonrası gelişen ilişkileri iyi irdelemek gerekmektedir.
Hafız Esad’ın yönetimi ele geçirmesiyle birlikte Suriye, hem iç hem de dış politikada köklü denilebilecek birtakım değişikliklere gitmiştir. Üçüncü dünya ülkeleri olarak nitelendirebileceğimiz ülkeler bu dönemde öncelikle dışarıda bir düşman tanımlıyor ardından kurmuş oldukları rejimi sağlamlaştırmaya çalışıyorlardı. Suriye’nin geliştirmiş olduğu dış politika çizgisinin de bu minvalde olduğu ifade edilebilir. Hafız Esad, İsrail karşıtlığı üzerinden geliştirilen dış politika anlayışıyla hem Arap devletleriyle birlikte hareket edebilmeyi amaçlamış hem de ülke içerisindeki desteğini arttırmayı hedeflemişti. Hafız Esad dönemi bu anlamda rejimin devamlılığını esas alan bir dönem olarak görülmektedir.
Hafız Esad ilk yurt dışı ziyaretini göreve gelişinin üzerinden altı ay bile geçmeden Şubat 1971 tarihinde Moskova’ya gerçekleştirerek bu döneme dair önemli ipuçları vermeye başlamıştır. SSCB, Esad politikalarında merkezi bir konumdaydı. Bunun altında yatan nedenler şöyle sıralanabilir: Suriye’nin askeri ve ekonomik yapılanmasını Sovyet modeline göre kurmuş olması, SSCB’nin istihbarat alanındaki desteğinin Esad’ı ülke içerisindeki muhalif cepheye karşı koruma kalkanı oluşturması, Esad’ı destekleyen taban ile SSCB’nin düşünsel temelde yakınlığı ve Doğu Bloku’nun vereceği ekonomik yardımlardan yoksun kalınmak istenmemesi. Sovyetler Birliği’nden ekonomik yardımın yanı sıra askeri yardım talebinde de bulunan Esad, talebinin hangi şartlarda kabul edilebileceğini de çok iyi biliyordu. SSCB, Suriye’nin jeopolitik konumunu kullanarak Ortadoğu’nun kalbinde sürekli bir dinleme alanı ve gerek deniz üssü gerekse hava üssü konularında kolaylık sağlanmasını istiyordu. Karşısındakinin durumunu bilen bir lider olarak Moskova’nın desteğini almayı başararak ülkesine geri dönen Esad, 1970 yılından itibaren Suriye dış politikasını tutarlı ve istikrarlı bir çizgide tutmuştur.
Hafız Esad döneminde SSCB’nin Suriye desteğinin arkasında iki ana sebep bulunmaktaydı. Birincisi, emperyalizm ve Batı karşıtlığı üzerinden bölgede yürütülen politikaların daha fazla yayılmasını sağlayarak Batılı devletlerin bölge hakimiyetini zayıflatmak. İkincisi, SSCB’nin bölgedeki nükleer dengeyi korumak amacıyla Doğu Akdeniz’de bir konum sahibi olmayı istemesi. Bütün sebepler bir araya geldiğinde, SSCB için Suriye’nin stratejik konumu hayati derecede bir öneme sahipti.
Suriye’nin Sovyetler Birliği için önemli bir ülke haline gelmesi Mısır’da Enver Sedat iktidarı ile başlamıştır. Enver Sedat iktidara gelişiyle, Sovyetler Birliği’nin ekseninden uzaklaşmaya başlamış ve Suriye Mısır’ın yerine SSCB’nin bölgedeki en önemli müttefik devleti haline gelmiştir. Hafız Esad’ın iktidara gelmesi sonrasında ise 1970li yıllarda Suriye, Ortadoğu bölgesinde Sovyetler Birliği ile yakın ilişki kuran devletler arasında en çok askeri yardım alan ülke olarak bilinmektedir. Bunun esas sebebi, Suriye’nin bölgede izlediği dış politika anlayışının SSCB-Suriye ikili ilişkilerini hızla daha iyi bir noktaya getirmesiydi. Hatta bu durum 1980 yılında imzalanan ve halen yürürlükte olan Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasının imzalanmasına kadar ilerlemiştir. Geçerlilik süresi taraflarca 20 yıl olarak belirlenmesine rağmen, Rusya-Suriye ilişkilerinin dünü ve bugününü anlamlandıracak nitelikte taraflar 2013 senesindeki beyanlarında söz konusu anlaşmaya halen bağlı olduklarını açıklamıştır.
SSCB bu dönem içerisinde bölge devletleri üzerindeki nüfuzunu arttırmanın yolunu silah transferinde görmekteydi. Ortadoğu ise bu transferin baş alıcısı konumundaydı. Suriye, Sovyetler Birliği dağılana dek buradan silah temin etmeye devam etti. Sovyetler Birliği’nin silah transferinden faydalanan alıcı ülkelere baktığımızda birtakım ortak özellikleri gözümüze çarpmaktadır.
Bunlardan birincisi, emperyalizm karşıtlığı üzerinden yürütülen çatışmalara müdahil olmalarıdır. İkincisi, dış politika çıkarlarının SSCB dış politika çıkarları ile birebir örtüşmesidir. Üçüncüsü ise transferden faydalanan ülkelerin, silah karşılığında petrol ile ödeme yapabilmesidir. Geliştirilen iyi ilişkiler, 8 Ekim 1980 tarihinde SSCB- Suriye arasında imzalanan 15 maddelik Dostluk ve İşbirliği Anlaşması ile zirve noktasına ulaşmıştır. Bu antlaşmada belirtilen gizli bir maddeye göre Suriye, İsrail’in saldırısına uğradığı takdirde SSCB Suriye’yi korumakla yükümlü olacaktır. Soğuk Savaş döneminde büyük devletlerin birbirlerine karşı yürüttükleri politikanın bir sonucu olarak SSCB Doğu Akdeniz’de önemli bir güce sahip olabilmek için anlaşmada belirtilen Suriye’nin endişelerini kullanmış ve burada askeri üs dahi kurmuştur.
İmzalanan Dostluk ve İşbirliği Anlaşması ile birlikte iki ülke arasında özellikle askeri alanda ciddi ilerlemeler kaydedilmiştir. Bunların en önemlisi 1991 yılına kadar toplam 30 milyar dolarlık silah satışı gerçekleştirilmiştir. Suriye, Sovyetler Birliği’nin desteğiyle düzenli orduda görev yapan askerlerinin sayısını yüzde 80, füze sistemlerini yüzde 200, savaş helikopterini yüzde 150, savaş uçaklarının sayısını ise yüzde 40 oranında artırmıştır. Yardımların miktarına ve ordunun gelişimine bakıldığında Suriye, bölgesinde Sovyetler Birliği’nin müttefikleri içerisinde en çok askeri yardım alan ülke olmuştur. Hem dönemin şartları doğrultusunda bölgede güçlü bir müttefikin varlığı sağlanmış hem de askeri anlamda güçlü bir Suriye’nin bölgede her zaman SSCB’nin çıkarları için hareket etmesi planlanmıştır.
Hafız Esad siyaseti, tamamen pragmatizme dayalı bir dış siyaset anlayışı olarak göze çarpmaktadır. Politikalarında ahlaki değerlerin ötesinde gücün ön plana çıktığı bir durum söz konusu olmuştur. Bu anlamda bakıldığında Hafız Esad’ın 20. yüzyılın en önemli realist liderlerinden biri olduğu söylenebilir. Esad, üç temel sac ayağı üzerinden yürüttüğü dış politikada şu hususlara dikkat etmekteydi: Güçlü bir Suriye Ordusu, Büyük Suriye Düşüncesi ve pragmatik bir diplomasi anlayışı.
Soğuk Savaş ile birlikte Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu politikası esas itibariyle İsrail’e ve emperyalist devletlere karşı mücadele eden Arap Halklarına destek vermekten ibaretti. Strateji ve taktik bu kapsamda genişletilerek SSCB’nin bölgede etkinliğini daha da arttırmak amaçlanmaktaydı. Karşılıklı olarak çatışmaya girmeyen ABD ve SSCB Ortadoğu’daki uydu devletler üzerindeki etkinlikleri vasıtasıyla yarışıyor mücadele onların üzerinden yürütülüyordu. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Ortadoğu politikası köklü değişiklere gitmiştir. Ekonomik krizin etkisini arttırması, silahlı kuvvetlerin gücünü fazlasıyla kaybetmesi, iç politikada görülen istikrarsızlıklar dış politikada etkisizlik gibi sorunların baş göstermesi ile Rusya’nın kısa süre içerisinde, Sovyetler Birliği gibi dünya çapında bir aktör olamayacağı düşünülmekteydi. Böylelikle dış politikadaki öncelikler yeniden belirlenmeye başlamıştı.
Bu kapsamda, 1990lı yıllarda SSCB’nin Batı’ya öncelik vererek Arap Dünyası ile ilişkilere öncelik vermemesi bu anlamda sürecin yeniden yazıldığının önemli bir göstergesidir. Rusya Federasyonu önceki yıllarda fazlasıyla destek verdiği Arap devletlerindeki kurtuluş hareketlerine destek vermemeye başlayarak, ABD ile siyasi mücadele politikasını rafa kaldırmıştır. Bu süreç Rusya Federasyonu’nun ekonomik anlamda toparlanmasına kadar devam etmiş, 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren ise eskiye dönüşün işaretleri görülmeye başlamıştır.
Suriye, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası 90’lı yılların ikinci yarısına kadar kendini konumlandırma anlamında ciddi sıkıntılar yaşamış olsa da bu yıllardan sonra Sovyetler Birliği döneminde olduğu gibi tarihsel ve ideolojik birlikteliğin avantajlarını kullanarak Rusya Federasyonu ile yakınlaşmaya başlamıştır. Tarih boyunca hiçbir zaman birbirine tam anlamıyla arkasını dönemeyen iki devletin bugününü anlamak elbette ki geçmişi iyi bilmekten geçmektedir.